Modernizm, Postmodernizm ve Metamodernizm; Nereye Gidiyoruz?
Son dönemlerde çıkan filmleri “Acaba şaşırtmaca neresinde, ne zaman bütün filmin gidişatını değiştirecek bir olay olacak?” diye merak ederek izliyorum. Tam bu düşüncelere dalmışken algoritmalar bana doğru zamanda ve doğru yerde “Neden artık filmler farklı?” diye çevirebileceğim bir video gösterdi. O video sayesinde özellikle Amerikan sineması için bu soruya rasyonel denebilecek bir yanıtla karşılaştım. Ama bu yanıt sonrasında kendimi, 21. yüzyıl ile ilgili bambaşka soru ve yanıtlar hakkında düşündüğümü yazarken buldum.
Modernizm, 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan bir düşünce ekolüdür.
Rasyonel düşünce ve bilimsel bakış açısını benimsemiş olan modernizm, yaşamı açık ve akılcı bir temele oturtmaya çalışır.
Hayatın bir amacı olduğunu ve bu amaca objektif bir bakış açısıyla yaklaşılması gerektiğini savunur.
Birinci Dünya Savaşı sonrasına hayatımıza giren modernizm akımının sinemaya yansımaları da o zamanın değerlerine hitap eder şekilde olmuş. “Özgürlükler Ülkesi” Amerika’da, çalışan herkesin istediği ve hak ettiğini elde edebileceğini savunan “Amerikan Rüyası”nın sinemaya yansıdığını görüyoruz. Genelde sadece beyaz insanların iyi hayatlar sürebildiği bu dönemde, Amerikan filmlerinde de bireysel hareket eden erkek bir baş kahraman hayatını riske atar ve günü kurtarır. Bireysel davranmanın ve cesur olmanın ne kadar büyük bir erdem olduğunu anlatır bu filmler bize.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gelişen bir düşünce okulu olan Postmodernizm ise 1960’larda popülerlik kazanmıştır.
Evrensel bir gerçek olmadığını savunması, Dünyayı anlamanın zor olduğu savaş sonrası kaotik dönemde ortaya çıkmış olmasıyla ilişkilendirilir.
Hayata dair bilimsel olmayan bir yaklaşım benimsemiş olan postmodernistler, yaşamın mantıktan çok mantıksızlığa dayandığına inanır.
Modernizmin rasyonalitesine, ilkelerine ve yaklaşımlarına bir itiraz olarak doğan postmodernizm ekolü, geçmişle bugün arasında hiçbir bağlantı olmadığını savunur.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise modernizmin bize anlattığı hikayenin öyle toz pembe olmadığını görüyoruz. Cesur olmak, savaşmak ve çalışmak istediğinizi elde etmek için yeterli değildir. Savaş her zaman ölüm ve yıkım getirir. İstediğinizi elde etmek için de çalışmanız yetmez, kayırmacılık (nepotizm) genelde üstün gelir.
Postmodernizm, modernizmin gerçek hayatta pek de doğru olmayan erdemleri ve vaadlerini alaya alır. Ama bu alaya alma durumu, toplumun genelinin hayatını anlamlandırma konusunda işe yarayan bu erdemleri yaralar. Bu akımın sinemaya yansımasını kendi ile alay eden karakterler, gerçekliği büken filmlerde görebiliyoruz. Dümdüz ilerleyen, iyilerin hep kazandığı filmler bu akımla birlikte azalmaya başlamış işte.
Tüm insanlığın içinde ortak olan bir his var: Hayatı Anlamlandırma İhtiyacı. Zaten tek tipleşmiş olan, doğadan uzak yaşadığımız hayatlarımıza ekonomik çöküşler, pandemi ve iklim krizi darbeleri eşlik edince bu anlam arayışının beyhude bir çaba olduğu hissine kapılmamak elde değil. Bütün bu olumsuzlukların içindeki anlam arayışında bir nefese, pozitif bir açıdan bakışa ihtiyacı oluyor insanın.
Bizimkisi 80’ler ve 90’larda “Simpsonlar” ve “South Park” rejimiyle büyümüş bir kuşak, post-modern ironi ve sinizm fabrika ayarlarımızda var, içimize işlemiş şeyler. Her nasılsa, buna rağmen ya da bilakis bu yüzden manaya, -samimi ve yapıcı ilerlemeye ve dışavuruma- duyulan özlem günümüz baskın kültürel tavrını şekillendirir oldu.
Bütün bu “anlamsızlaşma”, çağımız tarafından internetin varlığı ile taçlandırılıyor. Metamodernizm işte burada devreye giriyor. İnsanlığın ortak anlam arayışı, bu kötümser bakış açısının değişmesine ihtiyaç duyuyor. Bugünlerde gördüğümüz stoacı felsefeye dönüş bence bunu bir örneği. “Çevren ne durumda olursa olsun sen kendini geliştir” ve “kendinin en iyi versiyonu olabilirsin” çağrıları da bunun bir örneği.
Çağımızın hem modernizmin hem de post-modernizmin bakış açıları arasındaki salınımla nitelendiği kanaatindedir. Bunun, samimiyetle ironi, yapısökümle yapıcılık, duygusuzlukla duygulanım arasında salınan ve sanki böyle bir şey başarılabilirmiş gibi bir tür aşkın pozisyona erişmeye kalkıştığını görüyoruz. Meta-modern kuşak, aynı anda hem ironik hem de samimi olabileceğimizi, birinin diğerini ille de eksiltmediğini anlıyor.
Yukarıdaki metamodernizm tanımını anlayarak okumam, tahmin ettiğimden daha uzun sürdü. Kısaca şöyle özetleyebiliriz: Metamodernizmi anlatmak için verilen en iyi örneklerden biri, salınım benzetmesidir. Metamodernizmin yapısı, “modernizmin samimi ciddiyeti” ve “postmodernizmin ironisi” arasında gidip gelir.
Amerikan sineması örneklerini incelediğimizde birçok insan tarafından metamodernizmin en iyi örneklerinden görülen bir film var: Everything, Everywhere, All at Once. İlk izlediğimde hiçbir şey anlamadığım, ancak bir daha izlediğimden beri en sevdiğim filmlerden biri oldu.
Once Upon a Time in Hollywood’u neyi anlattığını bilmeden izlediğinizde (maalesef ben böyle izlemiştim) arada anlamsız sahneleri olan ama sıradan bir hikaye olarak görebilirsiniz. Film bittikten sonra Sharon Tate’in gerçek hayat hikayesini okuduğumda ise, Tarantino’nun böyle üzücü bir olayı ele alışı ve mutlu sonla bitirişi hem anlamlı hem anlamsız geldi. Bunun tam da bir metamodernizm örneği olabileceğini sonradan öğrendim tabii.
“Eskisi gibi filmler yapmıyorlar ya” lafının nereden geldiğini bu bilgilerle anlamlandırdık. Peki ya sonrası?
Anlamsızlaşan hayatımızda değerlerimizi korumak ve olumlu bakış açısı geliştirerek esenliğimizi korumak, maalesef kendi kendine ilerleyen bir süreç değil. Ekstra bir çaba ve gelişim gerektiriyor, ekranlar tarafından böylesine kuşatılmışken farkındalık kazanmak kolay değil. Ben geleceği bu anlamda biraz olumsuz görüyorum, bu çağdaki insanların bir çoğu mukavemete karşı çıkma konusunda pek iyi değil. Bu yüzden burada bahsettiğim metamodernist eserleri beğenerek ve ilham alarak izlesem de bu akımın uzun dönemde sürekli olarak insanlara ilham verebilecek eserler üretebileceğinden de azıcık şüpheliyim diyebilirim.
Medium’a ilk üye olduğumda 2019 ya da 2020 yılıydı, profilimin açıklama kısmına “21. yüzyıl insanı” yazdım ve hiç değiştirmedim. Bugün 21. yüzyıl insanı olabildiğim anların sınırlı olduğunu görüyorum oysa. Sürekli bir şeylere yetişme isteğinin/korkusunun verdiği adrenalin ve stres içinde yaşıyoruz. Bu da benim aklımda böyle uzun bir soruya yol açıyor: Teknolojinin gelişme hızı ivmelenerek artıyor, buna kıyasla evrim inanılmaz yavaş gerçekleşmekte. Bu çağda sağlığımızı da koruyarak 21. yüzyıl insanı olabilir miyiz?
Metamodernist bir açıyla şunu söylebilirim: Yapmak zorundayız ve istersek yapabiliriz, ama emek ister :)
Kafamda canlanan diğer soru ise “İstiyor muyum, yoksa herkes istiyor diye mi istiyorum?”. Bu soruya hayatı anlamlandırmama yardımcı olan pencereden baktığımda, “olduğum ve olmak istediğim tarzda bir insanın yapacağı bir şey mi bu” şeklinde bir soru daha canlanıyor kafamda. Yanıt şimdilik “Evet”. Ve bu aralar hayatı anlamlandırma ihtiyacım (yoksa hissim mi demeliyim, bilemiyorum) oldukça yüksek düzeyde.
Bu yazı da tam olarak bu sebeple, sinema merakı olarak başlayan bu araştırma bana neden içerik üretmeyi sevdiğimi hatırlattığı için yazıldı.